Öğrenmenin Dönüştürücü Gücü ve Göçün Eğitimsel Perspektifi
Bir eğitimci olarak sınıfa her girdiğimde, öğrenmenin insanı dönüştüren gücüne yeniden inanırım. Her öğrenci, kendi potansiyelinin farkına vardığında bir ülkenin geleceği de yeniden şekillenir. Ancak bazen bu potansiyel, ait olduğu topraklarda filizlenemez. Türkiye’nin son yıllarda yoğun biçimde göç vermesi, yalnızca ekonomik ya da politik bir mesele değildir; aynı zamanda pedagojik, sosyolojik ve psikolojik boyutları olan derin bir öğrenme krizidir.
Göç: Öğrenmenin Kesintiye Uğradığı Nokta
Göç, aslında bir öğrenme kopukluğudur. İnsanlar doğdukları topraklarda öğrenme, üretme ve yaşam kurma imkânı bulamadıklarında, başka bir ülkeye yönelirler. Bu yönelim, bireysel bir karar gibi görünse de toplumsal öğrenmenin bir sonucudur. Paulo Freire’in “özgürleştirici eğitim” anlayışına göre, birey öğrenme yoluyla dünyayı dönüştürebilir. Fakat bireyin içinde bulunduğu sosyal, ekonomik ve kültürel ortam bu öğrenme sürecini baskıladığında, öğrenme yerini hayatta kalma mücadelesine bırakır.
Ekonomik Belirsizlik ve Öğrenme Fırsatlarının Daralması
Türkiye’nin göç verme nedenlerinden biri, gençlerin ve nitelikli bireylerin kendilerini geliştirebilecekleri öğrenme ortamlarının yetersizliğidir. Öğrenme yalnızca okul duvarları arasında gerçekleşmez; adil bir ekonomi, bilimsel üretim kültürü ve ifade özgürlüğü, öğrenmeyi destekleyen temel unsurlardır.
Eğer bir genç, emeğinin karşılığını alamayacağına, düşüncelerini özgürce dile getiremeyeceğine inanıyorsa, öğrenme motivasyonu içsel bir göçe dönüşür. Önce zihinsel olarak ülkesinden uzaklaşır, sonra fiziksel olarak. Bu durum, öğrenme teorilerinde “öğrenilmiş çaresizlik” kavramıyla ilişkilendirilebilir. Birey, sistemin değişmeyeceğine inanır ve alternatif bir öğrenme sahası olarak başka bir ülkeyi seçer.
Pedagojik Bir Perspektiften Göçün Dinamikleri
Göçü pedagojik açıdan değerlendirdiğimizde üç temel dinamik öne çıkar:
1. Motivasyon Eksikliği: Öğrenme psikolojisinde motivasyon, bireyin çevresinden aldığı destekle güçlenir. Toplumsal belirsizlikler, gençlerin öğrenmeye olan içsel ilgisini zayıflatır.
2. Model Eksikliği: Öğrenciler, rol model olarak bilim insanlarını, sanatçıları ya da girişimcileri görmek ister. Ancak bu figürlerin toplumda yeterince görünür olmaması, “başarı başka ülkelerde mümkündür” algısını pekiştirir.
3. Katılım Eksikliği: Etkin öğrenme, bireyin düşüncelerini özgürce ifade edebildiği demokratik ortamlarda gerçekleşir. Fakat otoriter ve merkeziyetçi yaklaşımlar, bireyin katılımını sınırlandırır ve onu pasif bir öğrenen hâline getirir.
Toplumsal Öğrenme ve Beyin Göçü
Türkiye’nin verdiği göç, yalnızca fiziksel değil, entelektüel bir kayıptır. Her giden, birikimini, öğrenme deneyimini ve üretkenliğini de beraberinde götürür. Sosyolog Pierre Bourdieu’nun “kültürel sermaye” kavramıyla ifade ettiği üzere, toplumun bilgi üretme gücü bireylerin birikimiyle artar. Göç, bu sermayenin başka ülkelere transferi anlamına gelir.
Bu durumda şu soruları sormak gerekir:
– Bir toplum olarak öğrenmeyi neden sürdüremiyoruz?
– Öğrenme ortamlarımız neden sadece bilgi aktarımıyla sınırlı kalıyor?
– Gençlerin hayal kurabileceği bir pedagojik iklimi nasıl yeniden inşa edebiliriz?
Çözüm: Öğrenme Ekosistemini Yeniden Kurmak
Göçü durdurmanın yolu, öğrenmeyi yeniden anlamlandırmaktan geçer. Eğitimi sınav merkezli bir yarış değil, toplumsal dönüşümün temeli olarak görmek gerekir. Eleştirel pedagojinin vurguladığı gibi, eğitim bireyi yalnızca bilgiyle değil, bilinçle de donatmalıdır.
Eğer okullar, üniversiteler ve toplumsal kurumlar öğrenmeyi yaşamın bir parçası hâline getirebilirse, gençler başka ülkelerde değil, kendi ülkelerinde üretmek ister.
Bir Eğitimcinin Sorusu
Bugün sınıfta bir öğrenciye şu soruyu sormak gerekir:
> “Öğrenmek senin için ne ifade ediyor — bir sınavı geçmek mi, yoksa dünyayı değiştirmek mi?”
Belki de Türkiye’nin göç hikâyesi, bu soruya vereceğimiz cevapta saklıdır. Eğer öğrenmeyi yeniden tanımlayabilirsek, göç eden beyinler değil, kök salan umutlar yetiştirebiliriz.